Başlangıç » Yazılar 'Lebanon' ile etiketlendi

Etiket arşivi: Lebanon

“Ufuktaki Savaş: Suriye’nin Kırmızı Çizgilerini Çiğnenmesi”

Lübnan El Ahbar Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Emin’den bölgesel savaş ihtimalini ele alan önemli bir makale…
İbrahim el Emin
El Ahbar
Savaş tamtamları daha mı sesli çalınıyor?
Bölgede büyük bir cephenin titizlikle oluşturulduğu netleşiyor: “zaten hazır” İsraillilerinden, sömürgeci geçmişini canlandırma hayali kuran Batı’ya, kaderi bölgesel gelişmelere bağlı olan Körfez monarşilerinden, tedirgin Ürdün rejimine ve Lübnan’da 14 Mart güçlerine kadar uzanan bir cephe.
Herkes coşkulu ve motive olmuş durumda ve savaş coşkuları, Şam’daki rejimi devirme, yahut Irak’ı Washington’un kucağına döndürme, yahut Lübnan’da Direniş’i tecrit etme, yahut İran’ın nükleer programını durdurma girişimlerinde arka arkaya başarısız olmalarından kaynaklanıyor. Bu başarısızlıklara ilave olarak, Rusya’nın yakında bu Batı karşıtı eksenin tam üyesi haline geleceği yönünde büyüyen kaygı da var.
Washington’un bölgedeki hasımları yeni bir aşamaya giriyor; özellikle de iki yılın sonunda silahlı muhalefeti kontrol altına alacak karşı önlemleri hayata geçirmede başarılı olunmaya başlandığı Suriye’de. Çabaları, İran ve Hizbullah’ın herhangi bir dış askeri saldırıya karşı Suriyeli müttefiklerini savunmaktan geri durmayacaklarını belirtmesiyle, hiç olmadığı kadar koordine olmuş durumda.
Diğer taraf da yeni yaklaşımlar geliştiriyor; örneğin Suudilere İslamcılara göz kulak olma görevinin verildiği ve ABD’nin eğitim ve lojistik alanındaki doğrudan müdahalesini arttırdığı Ürdün cephesine odaklanmak gibi.
Gerçek şu ki, her iki taraf da diğerinin çizdiği kırmızı çizgileri çiğnemeye yaklaşıyor ve bu da bölgede büyük bir çok cepheli savaşın kıvılcımını çakabilir.
Batı, İran ve Hizbullah’ın Şam’daki karar alma süreçleri üzerinde büyük bir etkiye sahip olacağı ve belki de korkulan kimyasal cephane de dâhil olma üzere stratejik silahlarının kontrolünü ele alacağı şekilde Esad’ın eski gücüne ulaşması olasılığını tolere edemez.
Batı karşıtı cephenin kırmızı çizgileri ise şunlar: Esad’ın herhangi bir koşulda düşmesine karşı çetin Rus-İran muhalefeti, her tür silahlı dış müdahalenin veya muhalefetin silahlandırılmasında her tür nitel değişimin önlenmesi ve Suriye’ye karşı bir İsrail saldırısına karşı ikaz şeklinde oluşan, daha yeni bir kırmızı çizgi.
Hedef: Lübnan
Suriye’ye karşı savaş sahnelerinin arkasında, Lübnan’daki Direniş’e bir biçimde saldırı düzenlemeyi ciddiyetle düşünen Tel Aviv’dekiler bulunuyor. Bunun bir bölgesel savaşı tetiklemesinin gerçek bir ihtimal olmasına rağmen, Hizbullah’ın ülke içindeki ve dışındaki düşmanları, Suriye’deki durum nedeniyle tecrit olmuş ve korunmasız haldeki bir parti üzerinde bahse giriyor.
Bu nedenle dosta da düşmana da şunu vurgulamak önemlidir: Hizbullah‘ın hazırlığı, askeri kapasitesine dair tahminlerin çoğunun üzerindedir. Ve düşmanlarını caydırmak için büyüyen gücünün bazı unsurlarını açığa çıkarmak zorunda kalsa da, sert ve uzun bir çatışmayı sürdürmek için ihtiyaç duyduğu şeylere – özellikle de stratejik silahlara – sahiptir.
Direniş’e karşı eyleme girişmeyi düşünenlere, Direniş’in roket cephanesinin, Temmuz 2006 savaşında 33 günde fırlattığından fazlasını bir günde fırlatabilecek düzeye eriştiğini hatırlatmak gerekir.
Aynı zamanda parti içinde – aralarında sivil ve askeri liderlerin de bulunduğu – bir akımın Siyonist düşmanın böyle bir adım atmasının kendilerinin avantajına olacağını, bunun Direniş’in onlar için sakladığı sürprizleri göstermeyi sağlayacağını düşündüğü de bilinmelidir.
 

Hizbullah Hakkında Kampanyanın Arkasında Ne Var?

Son günlerde Hizbullah hakkında ortaya atılan yalanların ardında yatan sebepler, “moqawama.org” sitesinde yayınlanan bir analizde Lübnan yerelindeki olaylar ile bağdaştırılarak masaya yatırıldı.

Hizbullah Hakkında Ortaya Atılan Yalanların Arkasında Ne Var?

Hilal SELMAN
Bazı Arap rejimlerinin ve Lübnan’daki 14 Mart hareketinin yaklaşık bir haftadır Hizbullah’a yönelik olarak başlattığı yalan ve iftiralarla dolu medya kampanyasının ve söylentilerin ardındaki sır ne?

Bu kampanya, söz konusu medya kuruluşlarının yabancı efendilerinden aldıkları emirler doğrultusunda ortaya koydukları olağan sürecin bir parçası mı yoksa Hizbullah’ı hedefe koyan gizli bir ajandanın göstergesi mi?

Borazanlar tarafından yayılan ve hiçbir delili bulunmayan yalan iftiralarla kimler neyi hedefliyor acaba? Açıkçası kısa süre içerisinde yayılan söz konusu asılsız söylentiler karşısında, bu ve bu gibi birçok soru daha zihnimizi zorluyor.

Bu kampanyanın başlangıcında gittiğimizde ilk olarak adına “Özgür Suriye Ordusu” dedikleri grubun iddiaları ile karşılaşıyoruz. Lübnan’daki Gelecek Hareketinin medya kuruluşlarında ve onun yörüngesinde hareket eden diğer kanallarda “ÖSO” tarafından gündeme getirilen “Hizbullah, Humus’taki çatışmalarda Suriyelileri öldürüyor” iddiaları yayınlanmaya başladı.

Ardından ÖSO’nun Hizbullah’a Hermel bölgesinden çekilmesi hususunda ültimatom verdiği; aksi takdirde ÖSO olarak Hizbullah birliklerini bombalayacakları tehditleri yayınlandı. Sonrasında yayınlanan haberlerde Hizbullah’a yönelik bombalı saldırı gerçekleştirildiği ve bu saldırıda birçok Hizbullah üyesinin yaralandığı yer aldı.

Oysa gerçek hayatta yaşananlar, bu söylentilerin yalan olduğunu kanıtlamaya yetiyordu. ÖSO’nun yalanlarla dolu açıklamalarına söz konusu medya kuruluşlarının abartılarını da eklediğimizde ortaya böyle bir sonuç çıkmıştı.

Aynı medya organlarında iki gündür dolaşan haberlerde Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın sağlık sorunları yaşadığı yalanı gündem edilmekteydi. Bu yalana göre ise Nasrallah, sözde birkaç gündür sağlık problemleri sebebiyle halsiz düşmüş ve tedavi için İran’a gitmişti.

Diğer bir yalan ise doğrudan doğruya Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Şeyh Naim Kasım’ın Şam yolunda saldırıya uğradığına hatta yaralandığına ve sonrasında öldüğüne yönelik olan yalandı.

Birer gün arayla yayınlanan bu iki yalanın arasında ise başka bir yalan daha yaymışlardı: Beyrut’un güneyindeki Dahiye bölgesine giden yol güzergahı üzerindeki Seyyid Hadi Nasrallah caddesinde bir patlama gerçekleştiğini söylediler. Halbuki öyle bir şey olmamıştı.

Tüm bu yaşananlar karşısında siyasi uzmanların yaptığı yorum ise Hizbullah’a karşı başlatılan kara propagandanın ardında yatan sebeplere dikkat edilmesi gerektiği idi. Uzmanlar bu yalan ve iftira kampanyasının “bölgesel ve uluslararası gelişmelerden ayrı düşünülemeyeceğini ve Hizbullah özelinde direniş eksenine karşı gerçekleştirilen” bir kampanya olduğunun altını çizdiler.

Suriye’deki olaylarda muhalefetin mevzi kaybetmeye başlaması ile birlikte, bölgedeki kriz ortamının Lübnan sahasına yayılması için çaba güdüldüğüne dikkat çeken uzmanlar, Batılıların ve Siyonistlerin kurduğu planlarının “direniş cephesini sürekli olarak töhmet altında bırakmak üzere” şekillendiğinin unutulmaması gerektiğini belirttiler.

Bu bağlamda bazı değerlendirmelerde bulunan uzmanlar, şu gerçeklere ışık tuttular:

İlk olarak: Bu yalan kampanyası tam da Siyonist rejim ve Amerika ortaklığında Hizbullah’a yönelik olarak gerçekleştirilen Bulgaristan’daki bombalı saldırıların Hizbullah tarafından yapıldığı suçlamasının ardından başlatıldı. Aynı süre zarfında Siyonist rejim, Hizbullah’ın terör örgütü listesine alınması için Avrupa Birliği’ne baskı yapmaya başladı.

İkincisi: Yine bu kampanya Siyonistlerin işgal altındaki toprakların kuzey bölgesinde geniş çapta ve büyük katılımla gerçekleştirdikleri askeri tatbikatın hemen ardından başlatıldı. Bu süreçte Siyonist rejimin Lübnan ve Suriye sınırına konuşlandırdığı Patriot füzelerini de unutmamak gerekir. Bu hazırlıkların ardından ve bundan yaklaşık iki gün öncesinde Siyonist rejim ordusundaki komutanlar, Hizbullah ile savaşmaya hazır olduklarına dair beyanatlar yayınlamaya başladılar ve 2006 yılında tattıkları mağlubiyetin rövanşını alacaklarını iddia ettiler.

Üçüncüsü: Rusya öncülüğünde ilerleyen Suriye’deki diyalog süreci Batılı ülkelerin baskısına rağmen netice verebilecek seviyeye ulaşmıştır. Batılılar bu gelişme karşısında, Suriye muhalefetinin silahlandırılmaya devam edilmesi gerektiğini beyan ederek Katar ve Suudi Arabistan’ın üstlendiği rolü takdirle karşıladıklarını ifade ettiler. (Çevirenin Notu: Hatta en son yayınlanan haberlerde Amerika’nın İngiltere ile birlikte doğrudan doğruya Suriye muhalefetine silah yardımında bulunabileceği ve muhalefete askeri eğitimler verme noktasında açıktan bir çaba sergileyebilecekleri gündeme getirildi. Bu iddiaların Perşembe günkü “Suriye’nin Dostları Toplantısında” netlik kazanması bekleniyor)

Bu noktada uzmanların merak ettiği şey ise tam da bölgeye ve özellikle de Lübnan’a yönelik olarak hazırlanan planların arifesinde 14 Mart Cephesi’nin bundan sonraki günlerde de bölgesel ve uluslararası “efendilerinden” aldıkları emirler doğrultusunda Hizbullah’a yönelik karalama ve iftira kampanyasına devam edip etmeyeceğidir.

Bu kampanyanın tam olarak neye hizmet ettiğini görmek ve öğrenmek için birkaç gün ya da hafta beklemek yeterli olacaktır.

Nasrallah: ‘Suriye’nin dostları, onun ABD ve İsrail’in ellerinde düşmesine izin vermeyecek’

Lübnan Hizbullah’ı lideri Hasan Nasrallah, muhaliflerin rejimi alt edecek güçte olmadığını söyledi. Nasrallah ayrıca Suriye’nin dostlarının Suriye’nin düşmesine izin vermeyeceklerini dile getirdi.
Lübnan Hizbullah’ı lideri Hasan Nasrallah Suriye’de yaşanan süreçle ilgili açıklama yaptı. Nasrallah Suriye’nin bölge ve dünyadaki gerçek dostlarının Suriye’nin ABD, ve İsrail’in ellerinde düşmesine izin vermeyeceğini söyledi.
Nasrallah bölgedeki silahlı muhaliflerin orduyu devirebilecek güçte olmadığına da dikkat çekerek şu sözleri sarf etti:
“Rejimi askeri olarak alt edemezsin. Suriye ordusuna ve rejim güçlerine karşı savaşmana rağmen, bölgedeki gerçekliğin kanıtladığı üzere bunu gerçekleştiremezsin. Şimdiye kadar hiçbir İran gücü de Suriye’ye girmedi.”
“Çözüm ancak politik diyalogla mümkün”
Hasan Nasrallah Lübnan sınır kentlerinin durumu için Lübnan’ın bölgedeki insanların güvenliğini sağlayamadığını söyledi. 30 bin Lübnanlı Müslüman ve Hristiyan’ın hedef olduğunu, işkence gördüğünü ve işlerine gitmekten alıkonulduğunu söyleyen Hizbullah lideri, köylerinde kalıp yardım etmek isteyen kim olursa onlara yardım teklif etmekten çekinmeyeceklerini belirtti.
Fakat Nasrallah yalnızca siyasi çözümün çatışmaları dindireceğini ekledi. Suriye’yi kurtarmak isteyen bütün Arap ve Müslümanlara siyasi diyalog çağrısı yaptığını belirtti.

FHKC-Genel Komutanlık Lideri Ahmed Cibril ile Önemli Bir Söyleşi

Al Mayadeen Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Gassan Bin Ciddo’nun bu haftaki konuğu, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi – Genel Komutanlık lideri Ahmed Cibril idi. Söyleşi, Başbakan Erdoğan ve Körfez rejimlerinin Suriye meselesinde oynadıkları rolle ilgili pek çok önemli noktayı içeriyor.
Al Mayadeen Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Gassan Bin Ciddo’nun bu haftaki konuğu, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi – Genel Komutanlık lideri Ahmed Cibril idi.
Gassan Bin Ciddo: Burası Suriye, Filistinlileri kucaklayan ülke; burası Şam, Filistin Mukavemetini koruyan güzel şehir; burası Suriye, Filistin ile bağlantısı olan bütün Mukavemet güçlerine destekte bulunan ülke; burası Şam muhterem seyirciler; Gazze’nin ve bütün Filistin’in kurtuluşu için tüfek görevi gören Şam! Burası Şam ey Araplar; yazıktır, Filistin’e zafer kazandırmayacak olan sahte bir zafer için Şam’ı fitnelerle ele geçirmeye çalışıyorsunuz. Burası Suriye ey Araplar; yazıktır, Filistin ve  Suriye hesabına, başarısız histerik propagandalarla devam eden yardımlarınızla hareketlenenler Suriye’yi kanatmaya devam ediyor!
Tarih, olanlara şahitlik ediyor. Sahalar olanlara şahitlik ediyor. Filistin üzerinden pazarlık yapmak beyhudedir. Filistin üzerinden pazarlık yapmak sizlere birşey kazandırmayacaktır.
Ahmed Cibril; Filistin ve Suriye’ye, tarihle, silahla, kanla bağlı bir kişilik. 1948’de Nakba’dan sonra Suriye’ye sığınmış ve Suriye vatandaşlığı almış mültecilerdendir. George Habaş ile kurduğu Filistin Halk Kurtuluş Cephesine ek olarak Genel Komutanlığı kurdu. Ahmed Cibril; zamanında, en bariz askeri eylemlere liderlik etmiştir. Bugün her şey değişime uğruyor. Kararlı duruşa sahip olanlara, liderlere, kahramanlara ve direnişçilere karşı savaş var. Filistin’e karşı savaş var. Suriye’ye karşı, Mukavemet’e karşı savaş var. Arabın bir başka Araba savaşı. Bölgelerarası bir savaş. Din adı altında bir savaşı.
Bugün General Ahmed Cibril ile söyleşeceğiz. Konuşmamızda, yarım yüzyıldan beri, tüfeğini elinden düşürmeden liderliğini yaptığı FHKC-GK’de neler olup bitiyor, bağlı olduğu ”itiraz ekseni” için ne diyor, Lübnan’daki askeri karargahlarında ve Suriye’deki merkezlerinde neler yapıyor, bütün bu soruları ayrıntılarıyla ele alacağız. Ardından Yermuk Kampı trajedisini ve bunun Hamas ile ilişkisini, Suriye ve İran liderlerini, Arapların rolünü ve geri kalanları konuşacağız. Sayın Ahmed Cibril hoşgeldiniz.
Ahmed Cibril: Hoşbulduk.
G. B. Ciddo: Davetimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Öncelikle; sorularımı nasıl soracağımı ve seyircilerimizin dikkatini nasıl vereceğini bilmeleri açısından, sorularımıza açık bir şekilde mi yanıtlar vereceksiniz yoksa var olan koşullar buna izin vermeyip sohbetimizi genel söylemlerle mi sürdüreceğiz diye öğrenmek isterim.
A. Cibril: Bismillahirrahmanirrahim. Açık konuşacağımdan dolayı, bazılarının canının sıkılacağını biliyorum. Ama, bu bazıları, beni tanıyor olsalar da olmasalar da artık beni affetsinler. Ben siyasi söylemleri, çevresinde var olan koşulların etkisi ile şekillendirilen siyaseti istismar etmiyorum. Ben, ailemin tek çocuğuyum ve 19 yaşımda silah taşımaya başladım. Şu ana kadar da aynı direniş pozisyonundayım.
G. B. Ciddo: Sayın Cibril, İsrail, insansız bir  hava aracı düşürdüğünü iddia edip Hizbullah’ı suçluyor. Hizbullah ise bunu reddetti. Şu an bu konu bağlamında bir çok senaryo dolaşıyor. İsrail’in kendi oyunu olduğu veya Hizbullah yalanlasa da aslında kendi uçağı olduğu şeklindeki senaryolar. Hizbullah’ın, eylemlerini çekinmeden ben yaptım diyebilen bir örgüt olduğu biliniyor. Bir başka senaryoda ise Filistinli gruplardan bahsediliyor ki bu tür eylemlerde sizin örgüt meşhurdur ve sizin adınız da öne çıkıyor. Sizin direkt veya dolaylı olarak, söylendiği üzere Hayfa körfezine gönderilen uçak ile alakanız var mıdır?
A. Cibril: Bizim bu hadise ile alakamız yoktur ama Hayfa körfezine bu tür bir uçağın gönderilebilmesi, görevini tamamlayarak ya da tamamlamadan düşürülmüş olsun hiç fark etmez, bizi sevindiren bir hadisedir. Bu türden insansız hava araçları kamera taşır ki bu uçak ta mutlaka düşmeden önce, Hayfa ve bölge hakkında değerli bilgiler göndermiştir.
G. B. Ciddo: Yani bir uçağın gerçekten bu cepheden gönderildiğini mi düşünüyorsunuz? Çünkü bir senaryoda da İsrail; Suriye veya Lübnan’a saldırı için savaş atmosferi hazırlıyor deniliyor. İsrail daha önce de 1982 yılında Londra elçisini öldürerek benzer bir senaryoyu hayata geçirmişti. Siz bu görüş için ne diyorsunuz?
A. Cibril: Düşman, herhangi bir  saldırı öncesinde bir şeyler ekip yetiştirmeye çalışıyor. Ama şu an için Lübnan’a bir saldırı kendi çıkarına değildir ve bu olasılıktan uzak duruyor. İsrail, Suriye veya Lübnan’a karşı bir  cephe açtığı anda büyük oyun ve Siyonistlerin ve Amerikalıların işbirlikçileri tam bir açıklıkla ortaya çıkacaktır.
Biz, Hizbullah içindeki kardeşlerimiz ve  Suriye; yıllardır medya aracı ile, siyasi yollarla ve operasyonlarla yürütülen büyük bir kampanya ile karşı karşıyayız. İşte bakın Suriye, uluslararası komplolarla bir hedef haline gelmiştir. Krizin, bildiğiniz gibi, demokrasi ve özgürlükler ile bir alakası yoktur. Lübnan’daki Mukavemet ve İran İslam Cumhuriyeti ile, direniş eksenini oluşturan Suriye’nin tahrip edilip yıkıma uğratılması lazımdı. Bu komplolar; Suriye’yi hedef alan çetelerin -Körfezdekilerin parası, Avrupa ve Amerikalıların teknolojik yardımlarıyla desteklenen çetelerin- başarısızlığa uğrayışı, Amerika tarafından açıkça duyurulduktan sonra İsrail, bu çetelere yardım amaçlı bir müdahale gerçekleştirebilir. Şu anda da Golan sınırında yaşananları görüyoruz. İsrail ile bu silahlılar arasındaki işbirliği -lojistik, güvenlik ve iletişim gibi bir çok konuda- ortada.
G. B. Ciddo: Bu konu ile ilgili elinizde bilgi var mı? Nasıl elde ettiniz?
A. Cibril: Biz görüşmelerini izliyoruz. Golan sınırında ”gözlerimiz” var. Günlük olarak devam eden ilişkileri görüyoruz. Yemek yardımına kadar varan alışverişleri var. Hatta, aradaki iletişimi sağlamak için, donanımlı subaylar da istediler. Silahlılar, sınır tellerine sadece 20 metre uzaklıkta bulunan Breka adlı bir köydeler. İsrail devriyeleri önlerinden geçip gidiyor. Birbirleriyle dostmuş gibi selamlaşıyorlar. Bu silahlılar ”Lahd Ordusunu” temsil ediyorlar. Tamamen. Bu Lahd Ordusu adını verdiğimiz silahlılar iki senedir talep edilen noktalara gelemediler dolayısı ile dış müdahale olasılığından uzak durmuyoruz.
(Ahmet Cibril, FHKC tarihi ve Filistin’den kısa notların geçildiği bir videonun ardından)
G.B.Ciddo: Bütün bu panaromaya baktığınızda, Ahmed Cibril ve FHKC için kısa olarak neler diyebilirsiniz?
A. Cibril: Başlangıçtaki pozisyonumuza ve ardından şimdiye kadar yaşananlara baktığımız zaman şunu söylüyorum. Evet tüm kasvetli ve zor koşullara rağmen ki Lockerbie hadisesinden sonra ( Londra- New York seferini yapan 103 sayılı Pan-Am uçağının İskoçya’nın Lockerbie kasabası üzerinde patlayıp düşmesi sonucu, uçaktaki 259 yolcu ve yerde bulunan 11 kişinin ölümü) Amerika ve Avrupa tarafından aranan bir numaralı isim oldum, her zaman doğru yolda ilerledik. Şu anda 70’li yaşlardayım ve her zaman olduğu gibi hak yolda ilerliyorum.
G. B. Ciddo: Lockerbie hadisesini hatırlattınız. Kaddafi merhum oldu, Lockerbie davası bitti ve kurbanların ailelerine tazminatlar ödendi. Lockerbie olayı ile direkt veya dolaylı olarak bir alakanız var mıydı ve niye suçlandınız?
A. Cibril: Lockerbie ile uzaktan yakından alakamız yoktur. İskoçya’da görülen davada, Albay Kaddafi’nin avukatları bizi suçladı. Bu ithamdan sonra gazeteciler ve ajanslar benimle görüştüklerinde, eski müttefikiniz Kaddafi olayla ilgili olarak sizi suçluyor dediler. Ben o zaman, bunun İsrail komplosu olduğunu ve Libya ile bizlerin bu konu ile ilgili hiçbir alakamız olmadığını söyledim.
Lockerbie operasyonu, Birinci İntifada en ateşli olduğu sırada gerçekleşti. Birinci İntifada, sadece Arap bölgesinde değil, Batı’da, Avrupa’da ve hatta Amerika’da kitleleri hareketlendirmekteydi. Küresel bir etkisi vardı. Filistin davası ciddi bir şekilde gündem oluşturmuştu. Amerikalılar ve Avrupalılar Filistin davasına  sempati duymaya başlamıştı. Düşman İsrail ise, karşısına çıkan çocukları, kadınları ve yaşlıları öldürüyordu ve utanç verici bir durumdaydı. Benim görüşüme göre, ki hala aynı görüşteyim, İsrailliler dikkatleri bu olaya çekmek istedi. Ardından hatırlarsanız Filistinliler için bunlar teröristtir söylemleri başladı.
G. B. Ciddo: Libya konusunu kapatmadan sormak isterim, Kaddafi artık rahmetli oldu ve mevzu derin ama Seyyid Musa Sadr ile ilgili ne biliyorsunuz? Libya’da mı kaldı, Ebu Nidal’ın  bu olayla alakası var mı, Seyyid Musa öldürüldü mü yoksa yaşıyor mu?
A. Cibril: Ben, Kaddafi ile önceden, iyi ilişkilerimin olduğu dönemde; görüşmelerimizde ve ikili buluşmalarımızda bu konu ile ilgili herhangi bir bilgiye ulaşmak için çok çabaladım. Kaddafi’ye ”Seyyid Musa Sadr mevzusu; senin, Lübnan ve Hizbullah ile ilişkilerinin geleceği için önemlidir. Hizbullah ve Emel hareketi vatanları için direnen değerli insanlardan oluşuyorlar. Direniyorlar. Bu mevzu aynı zamanda Libya’yı İran İslam Cumhuriyetine de yakınlaştırabilir. Siz Suriye ile; Saddam Hüseyin’in zalim saldırısı karşısında İran’ın yanında duran tek ülkeydiniz” dedim. Ama Kaddafi bütün iddiaları tamamen reddediyordu. Ben yine de ısrar edip, bu konuda sana destekte bulunmaya hazırız diyordum. Bu konuyu çözmek adına projelerle yanına gittim ama o her defasında iddiaları en ayrıntısına kadar reddediyordu. Bundan kısa bir süre sonra, Filistin Kurtuluş Örgütünden bazı liderler -şimdi rahmetli oldular- Lübnan’daki kardeşlerimize ve Nebih Berri’ye; bu olayın arkasındaki isim Genel Komutanlık lideri Ahmet Cibril’dir dediler. Ben Nebih Berri ile daha sonra buluşup görüştüm ve ona bu ithamın doğru olmadığını açıkladım.
G. B. Ciddo: Bu mevzu ile ilgili tahminleriniz var mıdır?
A. Cibril: Şu an mevzu, Kaddafi’nin çevresindeki en önemli 3 insanın bilgilerine göre değişkenlik gösterebilir. Bunlar Musa Kusa, Abdullah Senusi ve Ahmet Kaddafi’dir. Bu isimlerin bilgileri bu davanın sonucunu bize gösterecektir. Libyalılar, bu mevzu hakkında sadık davranıp gerçeği söylerler mi söylemezler mi, bunu bilemiyorum.
G. B. Ciddo: Siz az önce, İsrail’in bir cephe açması durumunda, büyük oyunun ve işbirlikçilerinin açığa çıkacağını söylediniz. Burada iki nokta açığa çıkıyor. Şu an durum 2006’dan daha farklı, Hizbullah’ın zaferinden bu yana bir çok gelişme meydana geldi. Bu sefer İsrail’in saldırılarına karşı koyabileceğinizi nereden biliyorsunuz? İkincisi ise; İsrail müdahil olmaya karar verirse, tek başına olmayacaktır ve içte, Arap bölgesinde ve uluslararası alanda onunla işbirliği yapacak taraflar olacaktır.
A. Cibril: Biz böyle bir olasılıktan korku duymuyoruz. İsrail’in mutlaka işbirlikçileri olacaktır ve böyle bir müdahale için de bizzat Amerika’dan yeşil ışık almadan harekete geçmeyecektir. Tarihimize çok uzak olmayan bir örnekten başlayayım. Amerika 2003 yılında Irak’a, bir çok devlet ile ortak bir şekilde yaklaşık 700 bin asker ile girdi. Irak ordusu yenildi. Bağdat işgal edildi. Bush bunun ardından savaşın bittiğini resmi olarak ilan etti. Ama siz bu işgalin nasıl sürdüğünü ve Amerika’nın nasıl kaçtığını  gördünüz. Biz, Amerikalılar ile İsraillilere ”Gelin bu milletle uzun bir savaşa buyurun” diyoruz. İsrail eğer 2006’da Lübnan’a saldırısından, Amerika da, 2003’teki Irak  saldırısından ders almadıysa, onlara büyük bir  ders vermeye hazırız. Suriye ordusunun, böylesine bir karşılaşmaya hazır olmadığını söyleyenler var doğrudur velakin biz diyoruz ki, halk olarak her yerde, silahlarımızı taşıyıp savaşmaya hazırız. Onlar böyle bir savaşı başlatabilirler ama savaşın sonunda hegemonyalarını kuramazlar.
G. B. Ciddo: Elinizde halen silah var mı?
A. Cibril: Silahımız var, her yerde mevcut.
G. B. Ciddo: Lübnan’daki karargahlarınızın durumu nedir? Yerlerinde duruyorlar mı? Silahlarıyla mı bekliyorlar?
A. Cibril: Silahıyla, askeriyle ve teçhizatlarıyla; Güney Lübnan’da, Bekaa’da ve Suriye-Lübnan arasındaki Küseya bölgesindeki 14 kilometre boyunca uzanan dağlarda mevcut haldeler. Bu askeri üslerimizi imha etmek için pek çok defa girişimde bulundular. Velakin bu üsler, savaş devam ettiği sürece, kalıcı olmak için varlar. Bu üslerin izole edilmesi amacıyla, cezbedici sınırsız teklifler edilmesine rağmen, bu mevzunun konuşulmasına dahi izin vermedik. Bizim o üslerde, açılmaları için ciddi terler döktüğümüz ve büyük maddi sıkıntılara girdiğimiz tünellerimiz var. Özellikle, şimdi Sayın Abdulhalim Haddam’ın da beni duymasını isterim. Bir ara bana ”Refik Hariri size, bu maddi sıkıntılar dolayısı ile 20-30 milyon dolar vererek yardım etmek istiyor. Siz de maddi sıkıntılar içindesiniz. Kaddafi sizden uzaklaştı. Bu paraya ihtiyacınız da var” demişti.
G. B. Ciddo: Ne zaman söyledi size?
A. Cibril: 2003 yılı civarında. Refik Hariri hayatta iken.
G. B. Ciddo: Bunu bizzat kendisi mi iletti yoksa Beşşar Esad’a vekaleten mi?
A.Cibril: Yok, Beşşar Esad ile alakası yok. Haddam’ın, Hariri ile arası iyiydi. Bu mesajı da, kimse bilmeden şahsi olarak bana, aramızda kalsın notuyla söyledi. Ona hayır cevabını verip bu üslerin yerinde kalacağını ve direnmeye devam edeceğimizi söyledim. Çünkü bu topraklarda yoldaşlarımızın kanı var dedim.
G. B. Ciddo: Suriye’deki ve Lübnan’daki bazı gelişmelerden sonra bu üslerin, askerleri ve teçhizatları ile misyonlarına devam etme durumu nedir?
A. Cibril: Öncelikle demek isterim ki biz Sykes-Picot antlaşmasının çocukları değiliz. Ben, Ürdün topraklarının, Lübnan ve Suriye topraklarının bir olduğunu ve düşmana karşı silahlı bir mücadelede birleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu üsler 35 yıldır var ve  var olmaya devam edecek.
G. B. Ciddo: Ağır silahlarınız var mı? Bir savaş olasılığında savaşmaya hazır mısınız?
A. Cibril: Elbette, ağır silahlarımız da var başka silahlarımız da. İsrail, 2006 saldırısından sonra geri çekilirken bizim üslere hava saldırıları düzenledi. Geri çekilirken bize büyük saldırılarla veda etti. Bu üsler, bu ümmetin, aynı Hizbullah’taki kardeşlerimizin 2006’daki zaferinde olduğu gibi, bu düşmanın ve müttefiklerinin akıllanması için tek seçeneğin silahlı mücadele olduğunu öğrenmesi  ve fikriyatını buna yoğunlaştırması için varlar. 1982 yılından sonra bazı Filistinli güçlerin Lübnan’ı terk etmesi ve silahlı mücadelenin bittiğini ilan etmesinden sonra biz savaşmaya ve direnmeye devam ettik. 17 yıl boyunca, 1983’ten 2000’e kadar, biz Hizbullah ile Hizbullah bayrağı altında, beraber savaştık. Bu aşamada 700 bin (?) şehit verdik ve savaş bitmedi. İsrail işgal ettiği Lübnan topraklarından çekildi mi mesela?
G. B. Ciddo: Az önce Suriye’de yaşananlara komplo dediniz. Peki bu komplonun arkasında kimler var?
A. Cibril: Ben yine Abdulhalim Haddam’ın beni dinliyor olmasını dilerim.  2003 yılında Amerikalıların Irak işgalinden sonra Abdulhalim Haddam ile görüştük ve ona ne düşünüyorsunuz dedim. Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın temsil ettiği Suriye’nin, Irak işgali karşısındaki resmi duruşu Haddam’ı rahatsız etmişti.  Abdulhalim Haddam o  an öfkesini cumhurbaşkanına değil o zamanlar dışişleri bakanı olan Faruk Şara’ya yöneltiyor ve nereye gidiyoruz biz, diyordu. Bunlar (resmi duruşa sahip yetkililer için) Suriye’yi yıkıma götürüyor diyordu. Amerikan askeri sınıra dayandı ve bu askerler Deyr El Zor ve Halep’e doğru yol alırsa bizim ordumuz bunların karşısına çıkacak güçte midir diyordu. Ardından, bizim Lübnan’da zayıf bir noktamız, askerimiz var ve bize oradan bir kapı açacaklar dedi. Bunları 2003’te, Refik Hariri’nin suikastından önce söyledi. Cumhurbaşkanı Esad, o zamanlar Şam ve Bağdat arasındaki ilişkilerin kötü oluşuna rağmen cesur bir duruş sergiledi, Amerikalıların bu saldırılarını, açıkça işgal diye tanımladı, direniş çağrısı yaptı ve Suriye, direnişçileri kucakladı.
Amerikalılar, Suriye’nin bu duruşundan sonra, Suriye’yi ya ele geçirip kontrol etmeye çalışacağız ya da tahrip edeceğiz dediler. Öncelikle Suriye’yi dizginlemeye çalıştılar. Bu Hamad var ya Hamad, Katar’ın Şeyhi, Suriye ile ilişkilerini geliştirmeye başladığında Şam’a sürekli geliş gidişlerini görmeye başladık. Ben Cumhurbaşkanı Beşşar’a bu konu hakkındaki düşüncelerimi açıkça söyledim. Bu adam sevgisinden dolayı gelmiyor, bu adam Amerikan’ın mesaj taşıyıcısı dedim. Hamad sana, Lübnan’daki Hizbullah’tan ve İran’dan uzaklaş ve dile bizden ne dilersen diyecek dedim. Katar Emirliğinin Şeyhi Hamad başarısız olunca aynı görevi üstlenen Erdoğan oldu. Erdoğan geldi ve Beşşar Esad ile görüştü. Ben de bu konuyu Dışişleri Bakanı Velid Muallim ile görüştüm. Ona, “Size gelenlerden Golan’ı isteyin. Önce Golan konusunda yardım etsinler sonra da taleplerinize bakarız” deyin dedim. Muallim de bana, şu an ki taktiğimiz tamamen budur, cevabını verdi. Erdoğan bu konu görüşülürken, elini göğsüne vurup, “Ben size Golan konusunda yardım edeceğim ama İran İslam Cumhuriyetinden uzaklaşmanız ve Filistin ve Lübnan Mukavemetine desteğinizi kesmeniz şartıyla” demişti.
G. B. Ciddo: Bu talepleri Erdoğan mı dillendirdi?
A. Cibril: Evet bu konuları açıkça konuşuyorlardı. Beşşar Esad “Önce Golan’ı istiyorum” dedi. Erdoğan da “Peki müzakerelere hazır mısınız?” diye sorunca Esad, “Biz müzakerelere hazırız ama aracılarla” diye yanıtladı. Ardından dolaylı yollarla İstanbul ve Ankara’da görüşmeler oldu ve gerisini biliyorsunuz.
G. B. Ciddo: Siz şimdi, bir Suriyeli yetkiliden, Esad mı başkası mı bilmiyorum ama, Erdoğan’ın Suriyelilere Mukavemet’ten ve İran’dan uzaklaşmaları karşılığında Golan’ı önerdiğini işittiğinizi mi söylüyorsunuz?
A. Cibril: Sadece bu da değil. Birleşik Arap Emirlikleri’nin dışişleri bakanını da gönderdiler. Bakan Suriyelilere harfiyen  ”Güvenliği sağlamak adına Bahreyn ve Umman’ın her birine, Körfez İşbirliği Fonundan 2 milyar dolar gönderdik.  Sizin Suriye’de milyarlarca dolara ihtiyacınız var. Biz 20 milyar dolar ödemeye hazırız” dedi. Bunun karşılığında da ”İran’dan, Hizbullah’dan ve Filistin direnişinden uzaklaşın” diyordu. Cumhurbaşkanı Esad’ın cesur duruşu ve bütün önerileri reddedişi, Suriye’ye kurulan komplo operasyonlarının başlangıç noktasını oluşturdu. Tabi daha önceden Hariri’nin öldürülmesi ve diğer hazırlıklar vardı.
G. B. Ciddo: Sayın Cibril, siz şimdi Suriye’nin müttefiki olarak, bu ülkenin, Filistin davasını sahiplenmesi ve Mukavemetin yanında duruşu nedeniyle dış saldırılar ile hedef haline getirildiğini söylüyorsunuz. Siz silah ve askerlerinizle, bu savaşın içinde misiniz yoksa müdahil olmamayı mı seçiyorsunuz?
A. Cibril: Ben 2005 yılından sonra Beşşar Esad ile görüştüm. Bizim görüşmelerimiz uzun sürerdi. Esad ile, Hariri, Mervan Hamidi ve diğer işbirlikçilerin Amerika ile ortak çıkarttıkları 1559 sayılı karar ile Suriye ordusunun Lübnan’dan atılmasından sonra görüştük. Suriye, Lübnan’daki iç savaşı durduran güçtür. Suriye olmasaydı şu an Lübnan yerine, emirliklerden, şeyhliklerden ve birden fazla devletten bahsediyor olacaktık. Görüşmemizde Esad’a, bu güçlerin yakında Şam’a geleceklerini söyledim. Ardından Suriye’nin zayıf noktalarının ne olduğunu aktarmaya çalıştım. Senin bu savaşa halkınla hazırlanman gerekiyor dedim. Sen; Irak, Lübnan ve Filistin mukavemeti ve İran ile ilişkilerinden dolayı savaşını Amerika ile vereceksin ve senin bu savaşı halk savaşı olarak vermen gerekecek,  halkını hazırlaman lazım dedim. 6 yıl önce 2005’te ben, gördüğüm kadarı ile bunları rica ettim sayın cumhurbaşkanından. Suriyeliler, dışarıdaki güçlerin satın alamayacağı bir direniş gösterecek şekilde hazırlanmalıydı.
Lübnan’dan bize ulaşan güvenlik raporları daha o zamanlar, bu ülkeden Suriye’ye geçirilmek üzere alınan silah oranının yükseldiğini gösteriyordu. 2005’ten bahsediyorum. Lübnan’daki kaleşnikofların ve bazı tüfeklerin fiyatları 150-200 dolar civarındaydı. Bu fiyatlar birden 600 dolara yükseldi. Binlerce silah bu tarafa geçirildi. İşbirlikçiler de yolların güvenliğini sağlayıp bu silah geçişlerine kolaylık sağlıyordu. Silah geçişleri ta o zamanlarda başlamıştı.
Suriye’nin bölgede bir dengesi var. Suriye, 1955 yılında, Filistinliler ile Suriyelilerin tamamen eşit olduğu şeklindeki kararı çıkartan tek ülkedir. Filistinlileri kucakladığı gibi direnişe şu ana kadar devam eden desteğini de kesmedi. Bu nedenle ben komploların 2011’de, hatta “Arap Baharı” ile başladığını da düşünmüyorum.
G. B. Ciddo: Dış müdahale olursa, Halk Cephesi (FHKC) tarafsızım deyip çekilecek mi yoksa bu savaşa dahil mi olacak?
A. Cibril: Kriz başladığı zamanlarda, Mart 2011’de Cephe’nin liderlerini topladım ve sorunun Deraa veya bu şehirdeki hadiseler olmadığını söyledim. Şu an proje Suriye devletini yıkmak ve bölmektir dedim.  İsrail’i ve Amerika’yı rahata erdirecek olan budur. Suriye’yi Yugoslavya’ya benzetmek istiyorlar. Etnik, mezhepsel ve dini devletlere bölmek istiyorlar. Bu tehlikeleri sürekli öne çıkarıp insanlarla tartışırken bunları tekrarlıyordum.
G. B. Ciddo: Sayın Ahmed Cibril, Suriye’ye dış müdahale olursa savaşa dahil olacak mısınız olmayacak mısınız? Lübnan’a müdahale olursa müdahil oluruz dediniz peki ya Suriye?
A. Cibril: Suriye’ye dış müdahale ve saldırı olursa, kamplarda kalmayacağız elbette.   Üslerimiz buraya nakledilir ve bütün savaş yöntemleri ile biz de savaşırız.
G. B. Ciddo: O zaman siz şimdi iç savaşta tarafsız olduğunuzu söylüyorsunuz?
A. Cibril: Biz şimdi bu aşamada, iki yıldır silahlılardan, Lahd Ordusu dediğimiz silahlılardan kamplara girmemelerini istedik. Sadece Yermuk’den değil, Suriye’deki tüm kamplardan uzak durmalarını istedik. Onlara mesajlar, insanlar ve aracılar gönderdik. Bu talepleri iletme adına her türlü yöntemi denedim. Silahlılara, Suriye’deki 700 bin Filistinli’ye karışmayın, dokunmayın dedim. Filistinlilerin savaşa sokulmak istendiğini biliyordum.
G. B. Cidoo: Size yöneltilen suçlamaları reddediyorsunuz o zaman. Yani, sorunların müsebbibi olarak, sonuçta Yermuk’taki merkezlerinizi kaybetmenize yol açan, kampları savaşa soktuğunuz iddialarını reddediyorsunuz öyle mi?
A. Cibril: Bunlar basının aldatmacısıdır. Biz Deraa kampını bir silahla dahi silahlandırmadık ama ilk aylarda  Deraa kampında 11 bin kişi, yaşlısı, çocuğu ve kadını ile evsiz bırakıldı. O kampta bir tane tüfek bile yoktu. Lazkiye’deki Reml kampında da bir tane bile silahımız yoktu ama bu silahlı gruplar bu kampa da girdi. Humus, Hama ve Şam etrafındaki bütün kamplarda aynı durum söz konusu. Biz Yermuk Kampının diğer kampların anası olduğunu hep söylerdik. Bu kamp, Filistin devrimini başlatan kamptır. İçinde binlerce şehidin olduğu iki mezarlığı vardır. Silahlı gruplar bu kampa saldırmaya başladı. İnsanları kaçırmaya, öldürmeye ve dükkanları yağmalamaya başladılar.
Filistinli fraksiyonları toplantılara çağırdık. Hatta bu toplantılara, Suriye’yi terketmeden önce Hamas’tan kardeşlerimizi de çağırmıştık. Bu kampları, komplolardan nasıl kurtarabiliriz diye çağrılarda bulunduk. Maalesef bu gruplardan, ya korkularından, ya endişelerinden ya da başka sebepler yüzünden ciddi bir cevap almadık. Dolayısı ile biz yalnız kaldık ve kamp içinde Halk Komiteleri oluşturduk. Açıkça da söyleyeyim, Suriyeliler, bu komiteleri kurmamızı istemediler. Suriyelilerden bir silah bile almadık. Biz kampın 4’te 3’lük bir kısmından çıkarıldık ama Suriyeliler komite kurup başka bir kriz çıkarmamızı istemiyorlardı. Sınırlı imkanlarımız ile kampı korumaya başladık ve 8 ay boyunca kamp güvenliğini sağlamıştık. Okullar ve sokaklar, her yer açık ve kendi işlevini görüyordu. Sokaklar gece 2’lere kadar canlıydı. Bütün açıklıkla tekrar söyleyeyim, Arap olarak, Filistinli olarak tek başımıza bırakıldık. Çağrılarda bulunuyorduk. Silah bakımından ve mali olarak güçlenmemiz için başvurabileceğimiz her yere başvurduk. Velakin yalnız bırakıldık ve bu komitelere yemek veremeyecek duruma geldik.
G. B. Ciddo: Bu komitelerin bir kısmı bölündü sanırım.
A. Cibril: Bazıları bizi bıraktı evet. Ayrıntılara da girmek istemiyorum. Cephe için çok üzücü ve elem verici bir durum. Bu aşamada 150’ye yakın şehit verdik ve 400’den fazla yaralımız oldu. Bu şehitlerin birinin bile ailesini, nasıl yaşar nasıl geçinirler diye soran olmadı. Yaralıların tedavisi ile ilgilenmek isteyen ve bize yardım elini uzatan çıkmadı. Oysa biz bu bölgede ciddi güçlerin müttefikiyiz. Bizler, ilkeleri olan insanlarız. Biz, bizi üzen bu duruma karşın siyasi konumumuzu da değiştirmedik, değiştirmeyiz. Şimdi bizim için önemli olan kampların savunulmasıdır. Silahlıların, Humus, Hama ve Nerab kamplarına girişini engelledik. Handerat kampı halen silahlılara karşı mücadele veriyor. O kampta çatışmalar sürüyor. Seyyide Zeyneb kampı da savunma güçlerimizin elinde. Bunların hepsi bizim irademiz ile gerçekleşiyor. Filistinli fraksiyonlar; Filistin devrimi ve Filistin davası için, bu durum karşısında ahlaki bir tutum alarak bizi yalnız bırakmamalılar. Hamas’taki kardeşlerimizden ve Mahmut Abbas’tan; silahlılara yardım eden devletlere baskı yapmalarını ve militanların Yermuk’ten çekilmelerini sağlamalarını istedik velakin şimdiye kadar böyle bir şey gerçekleşmedi. Ve şu an on binlerce Filistinli evsiz, barksız ve sefil durumda. Bu sorunun, bizim sorumluluğumuza bırakılmaması ve bütün fraksiyonların, sayısı çeyrek milyona ulaşan göçmelerin geri dönebilmeleri için bir şeyler yapmalarını istiyoruz.
(Filistin Halk Kurtuluş Cephesinin Operasyonlarının ve Eylemlerinin anlatıldığı kısa bir videodan sonra)
G. B. Ciddo: Sayın Cibril, size açık bir şekilde, Hamas ile ilişkileriniz nasıl ve hangi seviyede diye sormak istiyorum.
A. Cibril: Hamas ile ilişkilerimiz yeni değildir. İlişkilerimiz; 1985 yılındaki Celil operasyonu ile, Şehid Şeyh Ahmed Yasin ve tüm yoldaşları ile beraber İslami Cihad’ın çoğu liderini ve kadrosunu (şimdiki genel sekreter yardımcısı Ziad Nahhale de dahil) İsrail zindanlarından esir değişimi ile kurtardığımızdan beri sürüyor. Bütün İslamcılara özgürlüklerini sağlamıştık. Merhum Yaser Arafat’ın ve diğerlerinin Tunus’a çekip gitmesinden ve silahlı mücadelenin bırakılmasından sonra taze bir kana ihtiyacımız olduğunu söylüyorduk. Bu kan İslami de olabilir diyorduk. Rantisi ve tüm liderler ile yeni ilişkiler kurmaya çalıştık. Merci Zuhur sürgününden sonra askeri eğitimleri biz verdik ve ilişkilerimizi geliştirdik. Bu taze kan sayesinde Oslo sürecine karşı savaşabilirdik. Hamas’taki kardeşlerimizde, bu inancı ve imkanı gördüm. Maddi olarak da güçlüydüler. Operasyonlar gerçekleştirdiler, liderlerinden şehitler verdiler.
G. B. Ciddo: Burada bir sorunumuz yok Hamas tarihi bir harekettir ve Filistin tarihinde çok önemli bir yere sahiptir.
A. Cibril: Merci Zuhur sürgününden sonra, Hamas (Hamas’taki kardeşler bunu iyi bilirler) ve İslami Cihad’ın Suriye’ye giriş yapmaları için çok uğraştım. Abdulhalim Haddam ile, Cephe üyeleri olarak görüştük ve ondan Hamas ve  İslami Cihad’daki kardeşlerimizi, Mukavemetin başkenti olsun diye Şam’a kabul etmelerini istedik. Kelimelerimi tamamlamadan Abdulhalim Haddam sözümü kesip ”Ey Ebu Cihad, bu Müslüman Kardeşler üyeleri, yoldaşlarımızı öldürdü. Lütfen bu konuyu bir daha açma” dedi. Bir kaç gün sonra Cumhurbaşkanı Hafız Esad ile 4 saat süren bir görüşme yaptım ve ona Suriye, sizler, bizler, Filistin, Hizbullah, Lübnan ve  Mukavemet kazanacak dedim. Bunları kucaklamanız gerekiyor, İran’daki kardeşlerimizin de ellerini uzatmaları lazım dedim. Hafız Esad 4 saat sonra bu öneriyi kabul etti ve bana harfiyen ”Senin için Ebu Cihad ama aynı zamanda bu mevzu senin sorumluğunda” dedi. Yani Şam’a giriş kimlikleri bizdendi. Üslerimizde, askeri eğitimleri için büyük alanlar verdik. Araştırma merkezlerimizi -uçaklar, füzeler ve diğer teknik ayrıntılar dahil- birleştirdik. Ciddi ilişkiler kurduk. 2008 yılında, İsrail saldırıları karşısında Kassam Tugaylarının kararlı bir duruşu oldu. Şehitler verdiler.
Suriye’de olaylar başladıktan sonra Kahire’ye uzlaşma arayışı için toplantıya gittik. Ben orada endişelendim. Çünkü bu uzlaşma arayışlarında, ilkelere göre hareket edilmiyordu. Biz Mahmut Abbas’ı kendi pozisyonumuza çekmeye çalışmıyorduk mesela. Neyse, bir uzlaşıya varıldı ve benim imzalamam istendi. Ben böyle bir ittifaka imzamı atıp yalancı tanık olmak istemedim. Çünkü bu uzlaşı arayışları aslında İktidar mücadelelerinden ibaretti.
G. B. Ciddo: Ben Hamas ile şu andaki ilişkilerinizi öğrenmek istedim Sayın Cibril?
A. Cibril: Hamas’taki kardeşler maalesef yanlış bir yoldalar. Vaktimiz olsaydı geniş bir şekilde anlatmak isterdim. Hamas  Mürşidi Muhammed Bedii; Kahire’deki buluşmadan sonra bizi, Müslüman Kardeşler’in bütün liderlerini topladığı bir görüşmeye davet etti. Ben onlara harfiyen ”Hamas’taki kardeşler, sizi, Müslüman Kardeşler hareketi olarak yanlarına çekip öne çıkardılar. Sizden ricam, siz onları yanınıza çekmeyin” dedim.
G. B. Ciddo: Şu an görünen nedir peki?
A. Cibril: Halid Meşal Suriye’den çıkmadan önce, Müslüman Kardeşler Hamas’ı yanına çekmeye çalışırken ”Burası Mukavemetin son kalesi” diyemedi. Ben Halid Meşal ve diğerlerine de, Filistin’in, Gazze’den başlayarak kurtuluşunu nasıl sağlayacağız diye sordum. Korku dengesini kurduk ve Filistin’in kurtuluşu ancak Arap karakterli büyük bir eşdeğer güç ile olabilir dedim.
Halid Meşal Suriye’den çıkmadan önce onunla tarihi sayılabilecek bir görüşme yaptım ve ona sen Doha’ya, Amerika’nın üslerinin bulunduğu yere gidiyorsun. Filistin’i, Doha’dan mı kurtarmak istiyorsun yoksa Amman’dan mı? Senin korkuların varsa , Müslüman Kardeşler sana baskı yapıyorsa Lübnan’a git, Hizbullah’ın yanına git orada güvende olursun. Mursi’nin yanına git, İhvan cemaati orada, ama Doha’ya gidip, Filistin’in yolu Doha’dan geçer diyemezsin dedim.
Hamas’ın içinde, bu iki sene içinde yaşananları kabul etmeyen üst düzey liderlerin olduğunu söyleyebilirim. Biz onlarla iletişimi sürdürüyoruz. Doha’daki son toplantıda da Halid Meşal’e, biz ne zamana kadar burada kalacağız diye sordular. Dolayısı ile İhvan hareketi, Suriye rejiminin bir kaç ay içinde düşeceği yalanıyla Hamas’ı yanlarına çekmeyi başarabildi. Geri dönüp hesaplarına tekrar bakmalarını diliyorum. Suriyeliler bu olay karşısında çok üzgünler. Halid Meşal Ürdün’den kovulduktan sonra onu Suriye kabul etti ve 13 yıldır bu ülkedeydi. İstediği özgürlükte hareket edip, bize, Genel Komutanlığa sağlanmayan yardımlar onlara sağlanıyordu. Askeri eğitim merkezleri, uzmanlar ve daha bir çok konuda Halide Meşal’e sağlananlar karşısında Meşal, vefalı davranabilirdi.
G. B. Ciddo: Ahmed Cibril, bu görevde geçen yarım yüzyıldan sonra hala FHKC-GK liderliğini sürdürecek misiniz yoksa bayrağı mı devredeceksiniz?
A. Cibril: Ben aslında son toplantımızda bırakmayı düşünüyordum. Buraya kadar deyip bırakmak üzereyken gençlerin ”bu zor şartlar altında bizi terk etme” şeklinde baskıları oldu ve şimdilik bu görevimi sürdürüyorum. Dolayısı ile bu zor ve şiddetli savaş devam ederken bırakmayı düşünmüyorum, çünkü bu savaştan zaferle çıkarsak Filistin de zafer kazanacaktır.
G. B. Ciddo: Sayın Ahmed Cibril çok teşekkür ediyorum.
Çeviren: Hasan Sivri
medyasafak.com

Lübnan: İsyancılar Şiilere Saldırırken Şii Sokağı Bekliyor

Russia Today’da yayınlanan önemli bir haber-analiz. Hizbullah gerçekten de Suriye’deki savaşa dahil oldu mu?
Nadezhda Kevorkova
Russia Today
Suriyeli isyancılar, İslam dünyasının en güçlü askeri grubu olan Lübnan Hizbullahı’nı iç savaşa çekmek için Şii kutsal mekânlarına saldırıyor ve Lübnan sınırında yaşayan 30 bin Suriyeli Şii Müslümanı hedef alıyor.
Hizbullah, savaşa katılmayı geciktirmek için her şeyi yapıyor.
Hizbullah, 1970-1990’lar arasındaki Lübnan İç Savaşı’na katılmamış olmasından ve tüm Lübnanlı partileri ve cemaatleri bir araya getirebilmiş olmasından gurur duyuyor. Hizbullah her zaman Filistinlileri destekledi, Lübnan halkı ve başka ülkelerdeki Müslümanlar tarafından sevildi.  17 yıl boyunca Hamas merkezleri, Beyrut’un Hizbullah kontrolündeki banliyösü Dahiye’de bulundu. Bu, Şiiler ve Sünniler arasındaki siyasi ve askeri işbirliği için bir modeldi. Şimdi bunların hepsi gitti: birleşik cephe yok, dayanışma yok, Hizbullah’ın, içinde savaştığını ve cesur askerlerinin canlarıyla bedelini ödediğini söylediği ortak direniş yok.  Şimdi, bu dayanışmanın yerine, Suriyeli isyancılar Şiilere savaş ilan etmiş durumda.
Siyasi fitne
Geçen hafta Lübnan’da çok kötü iki olay meydana geldi. Bu olayların, Lübnan’daki insanların Hizbullah’ı desteklemediğini kanıtladığı varsayıldı. Bazı aktivistler Trablus’ta bir Suriyeli mülteciyi yakaladı, boynuna“Ben bir Alevi Şebbiha’yım” yazan bir yafta koydu ve bu şekilde kasabada dolaştırdı. (Şebbiha konuşma dilinde mahalle denetleme birimleri için kullanılan ifadedir ve “gangster” -ve hayalet- anlamına gelir).
Sayda’da çalışan 43 yaşındaki öğretmen Salim el-Rafi, “Sünniler arasında, Sünni kardeşleri korumak için genel seferberlik” çağrısı yapan bir bildiri yayınladı. Şiilere karşı kutsal savaş çağrısına çok az insan cevap verdi, fakat El-Rafi’nin ofisinin önünde, Şiilere karşı cihada katılmak üzere kuyruk oluşturarak bunu kamusal bir eyleme çevirdiler.
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, Suriye muhalefetinin ve Arap Baharı’nın Müslümanların apaçık düşmanından – İsrail ve destekçilerinden – başka yere yönelmesini ve Sünniler ile Şiiler, Hizbullah, İran vs. arasında iç ihtilafa sürüklenmesini “siyasi fitne” olarak adlandırdı.  Nasrallah, Müslümanların öfkesinin sinsice, başka yere yönlendirildiğini söylüyor.
Bu “fitne” pek çok kez kendisini, Şiilerin öldürülmesiyle ifade ediyor. İsyancıları destekleyen medya, Direniş hareketinin 10, 20, hatta 40 üyesinin isyancılar tarafından öldürüldüğünü aktarıyor. Hizbullah bu haberler hakkında yorum yapmıyor. Fakat insanlar bir siyasi tepki bekliyorlar.
On yıllardır, Güney Lübnan’da ve Suriye’de hükümetten bağımsız askeri örgütlenmesi ve eğitim üssü bulunan tek Müslüman topluluk Şiilerdi. Yıllar boyunca Filistinlileri destekleyen, Arap ülkelerindeki rejimler değil, Hizbullah’tı. Ve şimdi, cesur liderinin aksine, onların İslam düşmanı oldukları anlatılıyor.
Hocali ailesinin on bir şehidi var. İçlerinden on tanesi, İsrail’le savaşırken hayatını kaybetti, 24 yaşındaki Haydar Ahmed Hocali ise bir Suriyeli isyancı tarafından vuruldu. Ahmed Hocali’nin Güney Lübnan’da bulunan Nebatiye’deki cenazesi, büyük bir gösteriye dönüştü, saatler boyunca on binlerce kişi kafilenin içinde yürüdü. Şii sokağı, Şiilerin öldürülmesine ve Suriye’den sürülmelerine nasıl yanıt vereceklerine karar vermek için Hizbullah’ı bekliyor.
Bu cemaatte, binlerce kişiden oluşan bir aile o kadar da büyük olarak görülmüyor. Aile büyüklerinin evi, kırlarla çevrili bir tepenin üzerinde yer alıyor. Öğlen vakti, çok sayıda insan girişte toplanıyor. Ev, yakın akrabalarla dolup taşıyor. Şehidin annesi, teyzeleri, büyükanneleri ve kız kardeşleri odada oturuyor. Hemen hemen hepsinin dizlerinde çocukları var. Bütün kadınlar siyah giyinmiş. Çoğu hissiz görünüyor. Eğer biri ağlamaya başlarsa, hissizlik hali bir süreliğine biraz bozuluyor, ama sonra geri geliyor. Şiilerin ölümü ve şehitleri nasıl gördüğünü anlamalısınız – bu, elde edebileceğiniz en büyük ödül.
Ailenin ilk şehidinin afişleri Lübnan’ın her tarafında asılı. O, “işgal rejimine” veya burada söyledikleri haliyle “Siyonist düşmana” karşı savaşta Direniş bayrağını en son noktaya kadar yükselten kişiydi.  Burada Hizbullah’tan da Direniş diye bahsediliyor. Çok yakın zamana kadar karşılarında tek düşman vardı.
Nebatiye baştan aşağı, siyah bayraklar ve şehitlerin resimleriyle kaplı. Şehitlerin hepsi, İsrail’e ve Lübnan’daki işgale karşı ve Filistinlilerin özgürlüğü için mücadelede hayatlarını kaybetmiş. Sakinlerin hepsi, onların isimlerini ve yüzlerini tanıyor. Çocuklar, erken yaşlarından itibaren onların kahramanca başarılarına dair hikayeler dinliyor. Şimdi, Şiiler bir gerçeklikle karşı karşıya: Suriyeli isyancılar onları Müslüman olmayan, kâfir kişiler olduklarını iddia etti ve püskürtülmeleri gerektiğini söyledi: isyancılara göre onlar öldürülebilir ve malları yağmalanabilir. Bu, bütünüyle anlamsız.
Aile beni cenazeye davet etti – her ne kadar izin gerekse de. İnsanlar, kederliyken bile, teyakkuz halindeler. Törende bir yabancı gören herkes, ona eşlik edenlere bu kişinin kim olabileceğini ve katılmasına kimin izin verdiğini soruyor. Bunu nazik bir şekilde, sessizce ve sadece dudaklarını oynatarak soruyorlar. Sadece cevap aldıktan sonra rahatlıyorlar.
Cenazede medyadan kimse bulunmuyor.
El Arabiye veya El Cezire’yi burada görmek ilginç olurdu. Ancak benim katılmam için izin alan kişi, onların yaklaşmaya cüret edemeyeceklerini söyledi.
Hizbullah’a bağlı El Menar televizyonundan da muhabir yok. Cenazelerde bir dizi nedenle çekim ya da yayın yapılmıyor: Hizbullah üyelerinin kimliklerini ifşa etmemek için ve insanların ne kadar öfkeli olduklarını göstermekten kaçınmak, böylece de Suriye savaşının neden olduğu ateşe daha fazla odun atmamak için.
Erkekler, gencin cenazesini evine götürüyor. Havaya ateş ediyorlar. Hoparlörlerden bir dua duyuluyor.
Cenazelerde neden ateş ettikleri anlaşılıyor – havaya ateş açmak, her şeyi katlanılmaz kılan gözyaşlarını durdurmayı sağlıyor. İnsanları mobilize etmeyi ve konsantrasyonu sağlıyor.
Cenaze, bir sedye üzerinde üst kata çıkarılıyor – önce ölen gencin odasına, arkasından annesinin odasına. Genç adam arkasında dul bir eş ve bir çocuk bırakmış.
Beyaz bir kefene sarılmış, dudaklarında, bütün Müslümanların aşina olduğu şehit gülümsemesi bulunan genç adamın bedeninin üzerinden Hizbullah bayrağı ve örtü kaldırılıyor. Havanın sıcak olmasına ve üç gün önce ölmüş olmasına – cenaze Nebatiye’ye bu sürede getirildi – rağmen, hiçbir bozulma emaresi yok.
Onlarca kişi, son görevlerini yerine getiriyor. Herkes şehidin yüzünü görmek ve hafızalarında tutmak istiyor. Çocuklar, şehidin yüzünü daha iyi görebilmeleri için yukarı kaldırılıyorlar.
Şehidin teyzesi, “Sen de bu yüzü hafızanda tutmak istiyor musun?” diye soruyor.
Bir genç kadın, çocuklu bir kadın veya yaşlı bir kadın bunu yapmak istediği zaman, bir komut üzerine erkekler kenarı çekiliyor. Bütün mekân tıkış tıkış olduğu için bu, inanılmaz gibi görünüyor.
Şiiler, hem erkekler hem de kadınlar cenazede gözyaşı döküyorlar, fakat ölüm korkusu veya bu adamın bu kadar genç ölmüş olmasının üzüntüsünden değil. Genellikle, sizden önce göçen ve kendi gövdenizle kurşundan koruyamadığınız kişi için gözyaşı dökmenize izin veriliyor.
Bu cenazede başka türlü bir gerilim hissediliyor. Şehidin evine doğru yaklaştığımızda, kadınlar sürekli “bu nasıl olur?” diye sorarken erkekler sessiz kalıyor.
“Bu” diye kastettikleri şey, herkesin bildiği, Suriyeli isyancıların Şiilere karşı savaşı. Her ailenin sınıra yakın Şii köylerinde yakınları var. Pek çok ev, Suriye köylerinden gelen mülteciler için, sadece Şii değil aynı zamanda Sünni mülteciler için sığınak oldu. Suriye’deki isyancıların Şiileri “gayrimüslim” ve “düşman” olarak ilan ettiğine dair haberler, herkesin bildiği sır. Aşağılama, sürgün, işkenceler ve dayak – İsrailli işgalcilerden geldiğinde – herkes tarafından yaşanıyor ve anlaşılabiliyordu. Şimdi bu, din kardeşlerinden geliyor ve hiçbir anlam ifade etmiyor. Bu, tarihsel örnekleri olan, üzerine teorik tartışmalar yapılan ve insanların dini mekanlara yaptıkları ziyaretler sırasında, camilerde ve sokaklarda terörist saldırılarda öldürülebildiği Irak’ın gerçekliğinde olan bir durum.
Şimdi mezhepçi nefret, çeyrek asır boyunca, her ne kadar dini değil, siyasi nedenlerle de olsa iç savaş yaşamış olan Lübnan’a geldi.
Cenazeye katılanların hepsi, Suriyeli isyancıların Şam yakınlarındaki Daraya’da, Hazreti Muhammed’in torununun defnedilmiş olduğu bir Şii camiini bombaladıklarını biliyor. İsyancılar, Şam yakınlarında Hazreti Muhammed’in bir diğer torunu olan Zeyneb’in defnedilmiş olduğu bir diğer cami [Seyyide Zeyneb Camii] de saldırıya uğramıştı.
Haydar Ahmed’in cenazesinde, acılı ve zorluklarla pişmiş erkekler ve kadınlar, camilerinin yıkılmış mimari ve kültürel hazineleri için gözyaşı dökmedi. Kutsal bir mekâna yönelik bir şiddet eyleminin savaş anlamına geldiğini biliyorlar. Bilmek istedikleri şey, din kardeşleri savaşın başladığını açıkça ifade ederken ne yapmaları gerektiği. Misilleme zamanı mı?
Cenazeden önce ve sonra, onlarca kişiyle konuştum. Hepsinin aklında sorular var, cevap ise yok.
Cansız beden düz zemine konulurken, ziyaretçiler dar bir merdiven yoluyla evden çıkmaya başlıyor. Çocuklar hariç, insanlar sokakta toplanıyor. Erkekler cenazeyi ağırbaşlı bir şekilde taşıyor, dua ve selamlar haykırıyor. Cansız beden cenaze arabasına konuluyor ve uzun cenaze kafilesi kasabaya doğru yola çıkıyor.
Kafile büyüyor, çok sayıda insan, her yaştan erkekler katılıyor. Kadınlar geleneksel olarak cenazelere katılmazlar. Fakat bu kez, yol boyunca, pencerelerden ve balkonlardan bakar halde, hepsi sessiz ve siyah giyinmiş halde kadınlar görülüyor.
Güç ifadesi olarak öz örgütlülük
Kafile Nebatiye’nin sokaklarında ilerliyor – kasaba bugüne kadar böyle bir şey görmemiş. Binlerce kişi ağırbaşlı vaziyette, cenaze kafilesinin mezarlığa ulaşmasını bekliyor. Trafiğin tamamen durmuş olmasına rağmen kusursuz bir düzen kurulmuş durumda. Mezarlığa yaklaştıkça, Hizbullah’ın varlığı daha belirgin hale geliyor: hem gaziler hem de genç askerler gelmiş; bazıları yorgun, bazıları eğitim üniformalarıyla. Çok sayıda kişi camilerden kafileye katılıyor ve onların büyüyen varlığı düzeni güçlendirip bir odak noktası veriyor. Kasaba sakinlerinin hepsi Hizbullah taraftarı değil. Pek çok anne-baba, oğullarının yıllar önce harekete katıldığından habersiz. Fakat hayatlarını kaybettiklerinde cenaze gerçekliği ortaya çıkarıyor, zira gizli cenaze olmaz. Uygun şekilde yapılan bir kamusal cenaze, her aile için onur kaynağıdır. Pek çok kişi cenazeleri telefonlarına kaydediyor, savaşçıların kayda değer ateş etme becerilerini sergiledikleri sahneler, savaşçıların gerçek kimliğini ifşa etmeksizin yakalanıyor.
Şehit toprağa verildi. Haberler yayılıyor ve insanlar yavaş yavaş ayrılmaya başlıyor. Bir cenaze, yerel topluluk hakkında çok şey anlatıyor. En çarpıcı şey, yüksek düzeydeki öz örgütlülük, öz disiplin ve davranış kurallarına bağlılık. Düzeni bozacak hiçbir şeye izin verilmiyor. Eğer biri fenalaşırsa, tıbbi yardım sağlamak üzere ambulanslar ve doktorlar orada; komşular hemen bir sandalye, biraz su ve ilk yardım sağlayacaklar – endişe ve heyecana mahal vermeden, etkili ve çabuk bir şekilde.
İnsanlar, donanımlı araçların ve doktorların birden bire ortaya çıkmasına şaşırdığımı görünce, “Bu, Direniş’in ambulans hizmeti” diyorlar.
Gazilerden biri, “Düşen kahramanlarımızı gizlilik içinde toprağa veremeyiz. Herkes için böyle bir cenaze düzenlenir. Bu nedenle, öldürülen 40 veya 20 şehide dair haberler duyduğunuz zaman, bunun yalan olduğunu bilmelisiniz. Bunun gibi bir savaşçı grubu ülke çapında hareket etmekte zorlanmayacaktır ve hiç kimse onları durduramayacaktır”  diyor. Sınırdaki Şii yerleşimlerinde de pek çok kişiden aynı şeyi duydum. Bu, Hizbullah’ın savaşa dâhil olmadığı ve liderinden böyle bir talimat gelmediği sürece de olmayacağı anlamına geliyor.
Onlara, insanlar arasında sık sık Hizbullah’ın eyleme girdiğinin ve kayıplar verdiğinin kanıtları olarak gösterilen fotoğrafları, yani Direniş bayraklarıyla sarılı onlarca tabut fotoğrafını soruyorum. Telefonlarına bakıyorlar ve “Bu fotoğrafları mı kastediyorsun?” diye soruyorlar. Evet diyorum.
“Bunlar İsrail tarafından uzun zaman önce alıkonulan askerlerimizden geriye kalanların fotoğrafları. Onları toplu halde tuttuktan yıllar sonra geri göndermeye başladılar, biz de bu yüzden toplu cenazeler düzenliyoruz. Başka bir durumda, savaşçılarımız için aile cenazesi düzenlerdik” – diye izah ediyorlar.
“İnsanlar kendilerini korumak için sınırın her iki tarafında, hem Lübnan hem de Suriye’de halk komiteleri oluşturdular. Bu komitelerin Hizbullah’la bir ilgisi yok. Hizbullah, ancak Hasan Nasrallah’ın bu yönde emir vermesi halinde müdahil olacaktır. Eğer bize başka seçenek bırakmazlarsa, meydan okumayı kabul ederiz ve bu siyasi bir karar olur.” Şehidin cenazesindeki binlerce kişi bana bir şekilde, söylediklerinde ciddi olduklarını ve bu karar için hazır olduklarını hissettirdi.